ALLAH" Kelamıyla Münasebetimiz...
Her alanda yeni fikirlerin, yeni yaklaşımların ortaya çıktığı, kitle iletişim araçlarıyla sesini duyurduğu ve taraftar topladığı bir çağda yaşıyoruz. Bunlar arasında ufuk açan, hayatı zenginleştiren pek çok fikir var elbette. Fakat din söz konusu olduğunda durup, ciddi şekilde düşünmek gerekiyor.
Düşünmek gerekiyor, çünkü din göndereni tarafından tamamlanmış, doğru anlayış ve uygulamanın sınırları net olarak belirlenmiştir. Bu çerçevenin dışında kalan her tür yaklaşım “bid’at” olarak isimlendirilmiştir.
Bugün özellikle hadis, fıkıh, tefsir gibi İslâmî ilim külliyatını göz ardı eden, önemsizleştiren ve anlayış ve uygulamada doğrudan Kur’an-ı Kerim’e dönmeyi öneren düşünce dikkatli değerlendirilmeli, dayanakları ve sonuçları bakımından sorgulanmalıdır.
Son zamanlarda şu sözleri ne çok duyuyoruz: “Kur’an İslâm’ına dönüş”, “Kur’an’ı doğru anlamak” ya da “Müslümanı Kur’an’la buluşturmak”, “İslâm’ı hurafelerden temizlemek”.
Bu sözler televizyonlarda, gazetelerde, internette medya diliyle çok sık kullanılıyor. Yeni, farklı bir yaklaşımı haber veren bu ifadeler ilk bakışta kulağa hoş geliyor. Herhangi bir mümin, kendisini Mukaddes Kitabıyla buluşturmayı vaat eden bu söylemlere neden itiraz etsin?
Fakat bir adım sonra, Kur’an’la buluşma başlığı altında “asırlardır dinimizin ana esasları arasına karışmış hurafelerin varlığını” duymaya başlıyoruz. Meğer bizim bugüne kadar bel bağladığımız akaid, tefsir, fıkıh gibi ilimler Mukaddes Kitabımızla bizim aramıza giriyormuş. Hurafe diye yatıra çaput bağlamak, türbeye mum dikmek gibi uygulamaları biliyorduk. Oysa akaid ve fıkıh kitapları gibi kaynaklarımızda ne hurafeler varmış. Dinimizin asıl bu hurafelerden temizlenmesi gerekiyormuş.
İşte böyle bir temizlik harekâtıyla hakiki müslüman olup, ümmet olarak yaşadığımız sefaletten kurtulabilmek için de “Kur’an İslâmı”ına dönüş yapmamız öneriliyor. Söyleme göre bunun için fazla uğraşmaya gerek yok. Bir Kur’an meali alarak herkesin kendi kendine bunu yapabileceği öne sürülüyor.
Bu tür söylemler, düz mantığa hitap eden, ilk bakışta akla uygun gelen bir yönü olduğu için bir dereceye kadar kolay kabul görebiliyor.
Dinde modernlik dalgası
Avrupa’da zihinleri Kilise’nin bağından kopartan “Aydınlanma Çağı” ile başladı modernleşme dediğimiz süreç. Kilise babalarının yasakçılığına aldırmadan yenilikçi ve daima hür fikirden yana olmak olarak açıklayabileceğimiz bu durum, dinî sahaya taşındığında, dinde de yenilik taraftarı olmak şeklinde kendini gösterdi. Dinî anlayış da çağın gerekleri göz önüne alınarak yeniden şekillendirilmeliydi.
Görüldüğü gibi dinde modernleşme, dini reforma tabi tutma konusunun bizimle, İslâm’la bir alakası yok. Ortaçağ karanlığında nefessiz kalan Hıristiyan dünyasının bir çıkış çabası. Fakat 19. asrın sonlarından itibaren, İslâm dünyası Batı karşısında büyük bir siyasi ve ekononomik krize düşünce, bu söylemi bize de taşındı.
Buna göre, müslümanlar içinde bulunduğu yenilmişlikten kurtulmak için dinde bir tecdit/yenileme ve ıslah çalışması yapılmalıdır. Bu ıslah ve tecdit çabasına ilk olarak Hindistan ve Mısır’da rastlanılır. İlk İslâm modernistleri olarak isimlendirilen ve bu gruba dahil olanlar, Kur’an’ı akla, çağın bilimsel verilerine ve sebep-sonuç ilişkisine göre açıklama ve anlama gayreti içine girerler. Bu sebeple yeni tefsirler yazarlar, birçok ayeti yeniden yorumlarlar. Müslümana karşı adeta yeni bir İslâm propaganda etme çabasına girişirler.
Burada dikkat çekici bir hususa değinmekte yarar var: Bu gayretlerin ortaya çıktığı her iki bölge de o dönemde İngiliz hâkimiyetinde idi. Bu garip tesadüf, bu hareketin öncesinde ve sonrasında, bu tarz akımlarda genellikle karşımıza çıkar.
Bahsettiğimiz bu tecdit/ıslah anlayışının en belirgin özelliklerinden birisi, şimdiye kadar Kur’an’ın yanlış anlaşıldığı fikridir. Buna göre “geleneksel yorumlar” terk edilerek Kur’an’ı yeniden anlama gayreti içerisine girilmeli, yeniden yorumlanmalıdır.
Hareketin ikinci temel özelliği ise hadislerin çok önemli bir bölümünü ve mucizeleri reddetme fikridir. Bu fikir çerçevesinde yazılmış siyer kitaplarında Allah Rasulü s.a.v.’in mucizeleri yer almaz.
Tecdit/ıslah yanlıları kendilerince müslümanları modern dünya ile, bugünkü “gelişmiş” uygarlık ve bilimle buluşturma çabası içindedirler. Onlara göre müslümanlar geri kalmışlıktan kurtulmak için evvela mevcut İslâm anlayışını ve İslâmî hayat modelini sorgulamalıdır.
Fakat daha baştan bu düşüncenin önemli bir açmazı olduğunu görmek gerekir. Müslüman toplumların Batı’ya göre geri oluşları dünyevî alanda değil midir? Yani siyasi, askeri, teknolojik ve ekonomik gerilik... Burada dinin anlaşılmasında eksiklik ya da yanlışlık arayışı, pekâlâ yenilmişlik psikolojisinden doğan bir kimlik krizi olarak yorumlanabilir. Çünkü İslâm’ı anlama ve yorumlama yanlışlığı bu meselenin tamamen dışındadır. Zira müslümanlar, aynı İslâm anlayışıyla uzun çağlar boyunca yeryüzünün hakim medeniyetine hayat verdiler. İslâm dünyasının içine düştüğü siyasi, ekonomik, askeri krizle İslâm telakkisinin gerçekte bir ilgisi yok.
Her alanda yeni fikirlerin, yeni yaklaşımların ortaya çıktığı, kitle iletişim araçlarıyla sesini duyurduğu ve taraftar topladığı bir çağda yaşıyoruz. Bunlar arasında ufuk açan, hayatı zenginleştiren pek çok fikir var elbette. Fakat din söz konusu olduğunda durup, ciddi şekilde düşünmek gerekiyor.
Düşünmek gerekiyor, çünkü din göndereni tarafından tamamlanmış, doğru anlayış ve uygulamanın sınırları net olarak belirlenmiştir. Bu çerçevenin dışında kalan her tür yaklaşım “bid’at” olarak isimlendirilmiştir.
Bugün özellikle hadis, fıkıh, tefsir gibi İslâmî ilim külliyatını göz ardı eden, önemsizleştiren ve anlayış ve uygulamada doğrudan Kur’an-ı Kerim’e dönmeyi öneren düşünce dikkatli değerlendirilmeli, dayanakları ve sonuçları bakımından sorgulanmalıdır.
Son zamanlarda şu sözleri ne çok duyuyoruz: “Kur’an İslâm’ına dönüş”, “Kur’an’ı doğru anlamak” ya da “Müslümanı Kur’an’la buluşturmak”, “İslâm’ı hurafelerden temizlemek”.
Bu sözler televizyonlarda, gazetelerde, internette medya diliyle çok sık kullanılıyor. Yeni, farklı bir yaklaşımı haber veren bu ifadeler ilk bakışta kulağa hoş geliyor. Herhangi bir mümin, kendisini Mukaddes Kitabıyla buluşturmayı vaat eden bu söylemlere neden itiraz etsin?
Fakat bir adım sonra, Kur’an’la buluşma başlığı altında “asırlardır dinimizin ana esasları arasına karışmış hurafelerin varlığını” duymaya başlıyoruz. Meğer bizim bugüne kadar bel bağladığımız akaid, tefsir, fıkıh gibi ilimler Mukaddes Kitabımızla bizim aramıza giriyormuş. Hurafe diye yatıra çaput bağlamak, türbeye mum dikmek gibi uygulamaları biliyorduk. Oysa akaid ve fıkıh kitapları gibi kaynaklarımızda ne hurafeler varmış. Dinimizin asıl bu hurafelerden temizlenmesi gerekiyormuş.
İşte böyle bir temizlik harekâtıyla hakiki müslüman olup, ümmet olarak yaşadığımız sefaletten kurtulabilmek için de “Kur’an İslâmı”ına dönüş yapmamız öneriliyor. Söyleme göre bunun için fazla uğraşmaya gerek yok. Bir Kur’an meali alarak herkesin kendi kendine bunu yapabileceği öne sürülüyor.
Bu tür söylemler, düz mantığa hitap eden, ilk bakışta akla uygun gelen bir yönü olduğu için bir dereceye kadar kolay kabul görebiliyor.
Dinde modernlik dalgası
Avrupa’da zihinleri Kilise’nin bağından kopartan “Aydınlanma Çağı” ile başladı modernleşme dediğimiz süreç. Kilise babalarının yasakçılığına aldırmadan yenilikçi ve daima hür fikirden yana olmak olarak açıklayabileceğimiz bu durum, dinî sahaya taşındığında, dinde de yenilik taraftarı olmak şeklinde kendini gösterdi. Dinî anlayış da çağın gerekleri göz önüne alınarak yeniden şekillendirilmeliydi.
Görüldüğü gibi dinde modernleşme, dini reforma tabi tutma konusunun bizimle, İslâm’la bir alakası yok. Ortaçağ karanlığında nefessiz kalan Hıristiyan dünyasının bir çıkış çabası. Fakat 19. asrın sonlarından itibaren, İslâm dünyası Batı karşısında büyük bir siyasi ve ekononomik krize düşünce, bu söylemi bize de taşındı.
Buna göre, müslümanlar içinde bulunduğu yenilmişlikten kurtulmak için dinde bir tecdit/yenileme ve ıslah çalışması yapılmalıdır. Bu ıslah ve tecdit çabasına ilk olarak Hindistan ve Mısır’da rastlanılır. İlk İslâm modernistleri olarak isimlendirilen ve bu gruba dahil olanlar, Kur’an’ı akla, çağın bilimsel verilerine ve sebep-sonuç ilişkisine göre açıklama ve anlama gayreti içine girerler. Bu sebeple yeni tefsirler yazarlar, birçok ayeti yeniden yorumlarlar. Müslümana karşı adeta yeni bir İslâm propaganda etme çabasına girişirler.
Burada dikkat çekici bir hususa değinmekte yarar var: Bu gayretlerin ortaya çıktığı her iki bölge de o dönemde İngiliz hâkimiyetinde idi. Bu garip tesadüf, bu hareketin öncesinde ve sonrasında, bu tarz akımlarda genellikle karşımıza çıkar.
Bahsettiğimiz bu tecdit/ıslah anlayışının en belirgin özelliklerinden birisi, şimdiye kadar Kur’an’ın yanlış anlaşıldığı fikridir. Buna göre “geleneksel yorumlar” terk edilerek Kur’an’ı yeniden anlama gayreti içerisine girilmeli, yeniden yorumlanmalıdır.
Hareketin ikinci temel özelliği ise hadislerin çok önemli bir bölümünü ve mucizeleri reddetme fikridir. Bu fikir çerçevesinde yazılmış siyer kitaplarında Allah Rasulü s.a.v.’in mucizeleri yer almaz.
Tecdit/ıslah yanlıları kendilerince müslümanları modern dünya ile, bugünkü “gelişmiş” uygarlık ve bilimle buluşturma çabası içindedirler. Onlara göre müslümanlar geri kalmışlıktan kurtulmak için evvela mevcut İslâm anlayışını ve İslâmî hayat modelini sorgulamalıdır.
Fakat daha baştan bu düşüncenin önemli bir açmazı olduğunu görmek gerekir. Müslüman toplumların Batı’ya göre geri oluşları dünyevî alanda değil midir? Yani siyasi, askeri, teknolojik ve ekonomik gerilik... Burada dinin anlaşılmasında eksiklik ya da yanlışlık arayışı, pekâlâ yenilmişlik psikolojisinden doğan bir kimlik krizi olarak yorumlanabilir. Çünkü İslâm’ı anlama ve yorumlama yanlışlığı bu meselenin tamamen dışındadır. Zira müslümanlar, aynı İslâm anlayışıyla uzun çağlar boyunca yeryüzünün hakim medeniyetine hayat verdiler. İslâm dünyasının içine düştüğü siyasi, ekonomik, askeri krizle İslâm telakkisinin gerçekte bir ilgisi yok.